-
M.N.Özalp
Tarih: 16-11-2025 18:08:00
Güncelleme: 16-11-2025 18:08:00
Bizde bir gelenek var Orta Asya’dan ve Orta Doğu’dan… Bu gelenek uzanır ta tüm sinelerimize… Manevî zincirin kadim köklerine kada inelim… Orta Asya, Türk-İslam kültürünün beşiği; Orta Doğu ise İslam’ın doğduğu merkezdir. “Sinelerimize kadar uzanan gelenek”, aslında Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den taşan Nuri Muhammedi’nin gönüllerimize kadar ulaşmasını temsil eder.
İşte bu gelenek, İslam nuruyla buluşup ecdadımızı İslam’ın ilk yıllarında Muhammedü’l-emin’e etti yaren. “Muhammedü’l-emin’e yaren olmak”, güvenin, sadakatin ve teslimiyetin zirvesidir. Türk kavimleri İslam’la tanıştığında, sadece bir dine değil; bir ahlak nizamına kavuştu. “Emin olan Peygamber’e yarenlik” demek, onun ahlakını giyinmek, onun edebiyle edeblenmek demektir.
Bu geleneğin bir sahibine, ta Mekke’nin fethinde 630 yılında Kâbe’nin anahtarı teslim edildi. Kâbe’nin anahtarının teslimi, “emanet bilinci”nin sembolüdür. Bu emanet, sadece taş ve kapı değil; tevhid kapısının emanetidir. Allah, bu emaneti sadece emin kullarına verir. Çünkü “Allah, emaneti ehline vermenizi emreder.” (Nisâ, 4/58)
Bu geleneğin ikinci sahibinin yanına ise, Mekke’nin fethinden sadece dokuz yıl sonra, 639 yılında İyaz bin Ğanem önderliğinde, içerisinde bine yakın sahabenin bulunduğu Asr-ı saadetin said neferleri, Anadolu’da İslam’ın nuruyla fethedilen beşinci haremi şerife misafir oldu.
Öylece İslam nuru Anadolu topraklarına taşındı. Asr-ı saadetin nur neferleri, yalnızca toprak değil, kalp fethi yapmışlardır. Onlar, Allah’ın dinini taşıyan canlı Kur’an’lardı. Anadolu’nun ruhuna işleyen bu nefes, bugün hâlâ tekkelerde, zikir halkalarında yaşamaktadır.
Bu iki coğrafyanın halkı kardeş halklardır ki; bin yılı aşkındır omuz omuza et ve kemik olup yekvücud olmuşlardır. İslam’da “kardeşlik”, bedensel değil ruhsal akrabalık üzerinden tanımlanır. Bu iki coğrafyanın halkı, iman kardeşliğinde birleşmiştir. Zira Allah buyurur: “Müminler ancak kardeştir.” (Hucurât, 49/10). Bu kardeşlik, sınırları değil gönülleri birleştiren bir bağdır.
Bu iki coğrafyayı tek coğrafya potasında cem eden, işte iman muhabbeti idi. İman, aklın değil, kalbin bir fiilidir. Kalpte muhabbet olmazsa iman kemale ermez. Bu yüzden bu iki coğrafya, “iman muhabbetiyle” birleşmiştir. Bu muhabbet, Allah için sevmek demektir.
Bu derûnî muhabbet, Molla Bateî’nin ve Süleyman Efendi’nin, birbirlerini bedensel olarak hiç görmedikleri hâlde, Muhammedi muhabbet ile yazdıkları mevlidin satırlarında aynı anlamda veya hatta hatta aynı kavramlarla nakşedildi.
Aynı nurdan beslenen gönüller, birbirini görmeden de aynı hakikati yazarlar. Çünkü onların kalemini Allah yürütür. “Onları sevdiren Benim.” (Tâhâ, 20/39). Muhammedi muhabbet, zaman ve mekânı aşan bir gönül köprüsüdür.
İşte aynı imanı paylaşan ve Hak sevdalısı olan iki komutanın cengaverleri, aynı nefesle nefeslenmişlerdi. Hak sevdası, sadece bir mücadele değil, bir nefes birliğidir. O nefes, Nuri Muhammedi’nin nefesidir. Allah için savaşan, Allah için yaşayanlar aynı kaynaktan soluk alır.
İşte şaşmaz gül kokusu olan nefes, Muhammedi nefesti. Muhammedi nefes, gülden daha latiftir. O nefes, kalbe girdiğinde gönül bahar olur. Gül kokusu, Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in nuraniyetinin sembolüdür.
Bu nefesi koklayanlardan biri Alparslan’ın neferleri iken, diğerleri Salahaddin’in neferleriydi. Alparslan ve Salahaddin… Biri doğuda, diğeri batıda İslam’ın iki kanadıdır. Fakat ikisinin de ordusunu yürüten nefes aynıydı: Muhammedi ruh. Onlar savaşla değil, adaletle fethettiler.
Büyüklerine karşı diz üzerinde oturup saygı içinde durarak, onlara karşı tek kelime konuşmazlardı. Bu, edep makamıdır. Edep, Allah’ın kulunda tecelli eden ilk nurdur. Edebin olmadığı yerde marifet olmaz. “Edep, ilmin ta kendisidir” der büyükler. Bu sebeple eski neferler sadece cesur değil, edepli insanlardı.
Halkına aşıladıkları Muhammedi nefes, şaşmadan ta günümüze kadar geldi. Muhammedi nefes, kesintisiz bir rahmet zinciridir. Bu nefes, sahabeden tâ bugüne kadar mürşidler, ârifler ve âşıklar vasıtasıyla aktı. Bu yüzden din bir bilgi değil, bir nefes mirasıdır. Allah, “Sana kendi ruhumdan üfledim.” (Secde, 32/9) buyurarak bu sırrı insanın özüne yerleştirmiştir.
Tasavvuf yarenleri ile bu muhabbet, tüm Anadolu’yu ilmek ilmek dokudu. Anadolu’nun mayası tasavvufla yoğrulmuştur. Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Ahmed Yesevî gibi gönül sultanları, bu topraklara “muhabbet ilmi”ni öğretti. Onların her biri birer “dokuyucu” idi; kalpleri sevgiyle ilmek ilmek işlediler.
Tek ses, tek nefes… Muhammedi nefesi bu iki neferden almak isteyen ve nefessiz bırakıp birbirine düşürmek isteyen düşman, hep pusuda bekler durdu. Tek ses, tevhidin sesidir. “Nefessiz bırakmak isteyen düşman” ise, bu tevhid sesini susturmak isteyen nefsin ve küfrün temsilidir.
Tevhid birliğine düşman olanlar, ümmeti ayrılığa düşürmek isterler. Fakat Allah’ın nurunu kimse söndüremez: “Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler hoşlanmasa da.” (Saf, 61/8)
Öncelikle İslami muhabbeti yok etmek istediler. Bunu da halkın iliklerine kadar muhabbeti aşılayan tasavvuf yarenlerini genç nesillere süslü cümlelerle kötülemekle yaptılar. Şeytanın en büyük hilesi, sevgiyi çarpıtmaktır. Tasavvufu kötülemek, İslam’ın kalbini kurutmak demektir. Çünkü tasavvuf, İslam’ın gönül tarafıdır. Muhabbeti hedef almak, imanı kökünden zedelemektir.
Ürettikleri birçok üçkâğıtçı hokkabazla, hak yarenlerinin ve Muhammedi nefesin köklerini “Z kuşağı” diye uydurdukları yeni neslin gönlünden söküp çıkarmak için mücadele edildi. Her çağın “hokkabazları” olur; onlar ilmi değil, gösteriyi severler. Hak yarenleri ise gösterişten arınmış, ihlâs sahibi kullardır. Yeni nesli kandırmak, aslında geleceği kör etmek demektir. Çünkü gençlik, dinin devamıdır.
Bugün özellikle sosyal medya vasıtasıyla ilim büyüklerine ve devlet büyüklerine karşı saygısızca yazıp konuşanlar; edebi bir kenara bırakın, fütursuzca davranış gösteren kişiler, işte bu nesilden nesile akıp gelen marifetten yoksun bırakılanlar tarafından gerçekleşti. Edep; dilin, kalbin ve kalemin terbiyesidir.
Sosyal medya, imtihan meydanına dönüşmüştür. Kalemiyle fitne çıkaranlar, “edepsizlikle imtihan”dadır. Çünkü “Edep imandandır.” (Tirmizî, Birr, 41). Marifetten mahrum olan kişi, diliyle hem kendi kalbini hem toplumun huzurunu zedeler.
Yeniden marifete bürünerek, Hakk’a el verip halk içinde Hak ile nefes alıp vermektir. İşte bu hal, tasavvufun özüdür. “Hakk’a el verip halk içinde Hak ile olmak”, fena ve beka dengesidir. Hakikat ehli, halktan kopmaz; halk içinde Hak ile yaşar. Zira “Sufî, halk içinde ama Hak ile olandır.”
Unutmayın ey gençlik, Muhammedi muhabbet, Allah’ın razı olduğu muhabbettir. Gerçek muhabbet, Allah için sevmektir. Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in sevgisi, Allah sevgisinin aynasıdır. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 3/31)
İşte bu muhabbeti, yeni türeyen mealci ve kendilerine selefî adını verenler kaldırmaya çalıştı. “Yalnız akılla” Kur’an’ı çözmeye çalışanlar, gönül boyutunu ihmal ederler. Mealcilik, manayı daraltır. Oysa Kur’an, kalp gözüyle de okunur. Kalpsiz akıl, ilahî sırra ulaşamaz.
Oryantalistlerin felsefi oyunlarıyla ve küffarın zevksel girdabıyla, günümüz gençliği Muhammedi muhabbetten uzaklaştırılarak, birçok deist ve ateist yetiştirmek suretiyle dinin temel esasları sorgulanır oldu.
Küfrün en sinsi yolu, şüpheyi sevgiyle karıştırmaktır. Düşman artık silahla değil, fikirle savaşır. Genç zihinleri “özgür düşünce” adıyla muhabbetten koparır. Oysa iman, aklın değil, kalbin tatminidir: “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
Oysaki Muhammedi nefesin güzellikleri, zaten iman meselesiydi. İman edilecekti ve tadına varılacaktı. İman, tadanın bileceği bir lezzettir. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur: “Üç şey kimde bulunursa, imanın tadını alır: Allah’ı ve Resûlünü herkesten çok sevmek…” (Buhârî, Îmân, 9). Muhammedi nefes, bu tadın kaynağıdır.
İmandan uzaklaştırılarak, aklî oyunlarla, manadan uzaklaştırılıp kalbî muhabbetten soyutlayarak maddede iskan ettirildi. Bu hal, çağımızın en derin yarasıdır.
İnsan, akıl ve madde sınırlarına hapsedildikçe kalp yetisini yitirir. Oysa iman, yalnızca düşünmekle değil, kalbi tasdikle mümkündür. “Onlar, Allah’ı unuttular; Allah da onlara kendilerini unutturdu.” (Haşr, 59/19). Maddede iskan ettirilen ruh, öz vatanı olan manadan sürgün edilmiştir.
Çünkü düşman biliyordu ki, muhabbet olmadan dinî yaşam da olamaz. Din, sadece emir ve yasaklardan ibaret değildir. Muhabbet olmadan ibadet kuru kalır. İmanın özü sevgidir. Allah, kullarını sevgiyle çağırır. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz buyurur: “Sizden biri, kendisi için sevdiğini kardeşi için sevmedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Îmân, 6).
Öncelikle kalpte Hak muhabbeti dirilmeliydi ki, tüm nifakları bertaraf eylesin. Kalpte muhabbet doğarsa nifak söner. Kalp iki şeye birden ev sahipliği yapamaz; ya muhabbet barınır ya da kin. Hak muhabbeti, kalbi Allah’ın nazargâhı hâline getirir. Çünkü Allah’ın baktığı yer kalptir. (Müslim, Birr 33).
İşte aziz kardeşim… Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den günümüze, İslâmî muhabbeti ilmek ilmek işleyen İslam’ın manevî büyüklerini sevelim, sayalım ve yollarını yol edinelim. Bu bir manevî davettir.
Gönül ehline sevgi, Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) bağlılıktır. Onlar, nur zincirinin halkalarıdır. Allah dostlarını sevmek, Allah’ı sevmektir. Çünkü “Allah’ın velilerine korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” (Yunus, 10/62).
Bizi maddeye hapsetmek isteyen tüm kişilerin her isteklerini elimizin tersiyle geri çevirelim.
Maddeye esir olan, manadan uzaklaşır. İnsan, fıtratça manevîdir; ruhu nurdan, bedeni topraktandır. Tasavvuf, bu dengeyi kurar. El, maddeye dokunur; kalp, mana ile meşgul olur. “Dünyada elinle ol, kalbinle âhirette ol.” der irfan ehli.
Ne devlet büyüklerimize, ne de din büyüklerimize dilimizi uzatıp saygısızlık etmeyelim. Edep, hem kulun Rabbine hem de halka karşı duruşudur. Devlet büyüğüne saygı, nizamın; din büyüğüne hürmet, imanın korunmasıdır. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur: “Küçüğümüze merhamet etmeyen, büyüğümüze hürmet göstermeyen bizden değildir.” (Tirmizî, Birr 15).
Bilelim ki ister sosyal medyada olsun, isterse de oturulan halk toplantı yerlerinde olsun, devlet büyüklerine veya din büyüklerine karşı saygısızca konuşanlar veya yazı yazanlar, edepten ve marifetten pay almaktan mahrum edilenlerdir.
Edep, dille başlar, kalbe yerleşir. Saygısız söz, sahibini küçültür. Bugün yazı ile yapılan gaflet, geçmişte dille işlenirdi. Her ikisi de aynı tehlikeyi taşır: kalbin katılaşması. Kalbi yumuşatan şey, tevazu ve zikirdir.
Marifete kucak açalım ve birlik olmaktan taviz vermeyelim. Marifet, bilginin kalpte hikmete dönüşmesidir. Birlik ise bu marifetin meyvesidir. Marifet, Allah’ı kalben tanımaktır; birlik, O’nu gönüllerde cem etmektir. “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin.” (Âl-i İmrân, 3/103).
Burada, “aynı yumurta ikizleri” metaforuyla iki halkın kardeşliğini değil yalnızca; imanın ve muhabbetin birliğine vurgu yaptık. Nefes, tasavvufta ruhun tecellisidir. “Muhammedi nefes”, gönülden gönüle taşınan ilahî bir sırdır.
Kalpteki sevgi, imanla birleşince tevhid doğar; nifakla birleşirse şirk olur. Gençliğin yeniden dirilişi, kalpteki Hak muhabbetinin yeniden dirilmesindedir. Hak yarenlerinin yolu, kalbi edeple parlatma yoludur. Onların duası, bugün hâlâ bu toprakların göğünü aydınlatmaktadır.
Edep, imanın ziynetidir; dilini koru, gönlünü incelt. Hak dostlarını sev; çünkü onları seveni Allah sever. Muhammedi muhabbeti kalbinde diri tut; o seni korur. Sosyal mecralarda dahi konuşurken “Rabbin seni görüyor” bilinciyle yaz.
Gençliğini ilim ve marifetle donat; nefesin Hak nefesi olsun. Muhabbet olmadan hiçbir amel makbul değildir. Kalbinde Hak sevgisi varsa, nifak orada barınamaz. Tasavvuf, benliği silmek değil, benliği Allah’a teslim etmektir. Devlet ve din büyüklerine hürmet, manevî istikrarın temelidir. İmanla nefes al, marifetle yaşa, muhabbetle öl.